26 Kasım 2010 Cuma

selam ben arshavin7adam,


bunlar da en sevdiğim gh3: legends of rock şarkıları.

 

+ 3's & 7's - Queens of the Stone Age
+ Barracuda - Heart
+ Cliffs of Dover - Eric Johnson
+ Knights of Cydonia - Muse
+ La Grange - ZZ Top
+ The Metal - Tenacious D
+ Miss Murder - AFI
+ One - Metallica
+ Paint It Black - The Rolling Stones
+ Pride And Joy - Steve Ray Vaughan
+ Slow Ride - Foghat
+ Story of My Life - Socal Distortion
+ Talk Dirty To Me - Poison
+ Welcome To The Jungle - Guns N' Roses
+ When You Were Young - The Killers
+ Ruby - Kaiser Chiefs

11 Nisan 2010 Pazar

ben tek siz hepiniz
























ben sana mecburum bileMESSIn...

6 Nisan 2010 Salı

i'm not alone

18 Mart 2010 Perşembe

sindirim sistemi

Tekel işçilerinin eylemine destek vermek için, hiçbir siyasi kurum, kuruluş ya da örgüt bağlantısı olmayan bir etkinlik (okul bahçesinde oturup alkış tutmak ve tekel işçisi yanlız değildir diye bağırmak) gerçekleştiren 24 istanbul - çekmeköy mehmetçik lisesi öğrencisi (ve yakında belki de daha fazlası) okuldan atıldı. toplum bilincinin oluşmasına katkısı olan/olabilecek insanları, sistemi sorgulayan/sorgulamaya çalışan insanları sindiren bu düzenle yönetilen ve bu düzenin çarklarına hizmet eden kişilerin yönettiği ülkede elbette iktisadi ve idari bilimler fakültelerinde siyaset konuşamazsınız, elbette üst düzey disiplinlerin eğitimini alan kişiler üniversitenin sadece ders çalışılacak bir yer olduğunu zannederler ya da bir rektör polise öğrencileri göstererek dağıtın bunları diye emir verir hem de düşüncenin en özgür olması gereken kampüs içinde yapar bunu. işte bu yüzden üniversitelerdeki duyarsız öğretim görevlileri ileride kendileri gibi duyarsız olacak öğrenciler yetiştirirler. özgür düşüncenin rahatlıkla dile getirilemediği, insanların birbirini sorgusuz sualsiz yaftaladığı, düşüncelerin konuşması gerekirken yumrukların konuştuğu yerler olur üniversiteler... sanmayın ki cezayı sadece bu çocuklar aldı. içinde bu çocukların taşıdığı heyecanı taşıyan birçoğu da bu çocuklara yapılanlar/yapılacaklarla birlikte sindirildi.
sanmayın ki eğer bu çocuklar aynı okulun bahçesinde galatasaray - fenerbahçe maçının kazananı lehine tezahürat atıp alkış tutsalardı vs. yine aynı muameleyi göreceklerdi. bu çocuklara bu ceza sırf sessiz kalmadıkları, düşünebildikleri, sorgulayabildikleri için, ezber bozdukları için verildi. bu ülkeyi, sırtı kayıtsız şartsız sıvazlanınca 'biz herkesi kucaklıyoruz','biz demokratiğiz' diyenlerle, çuvaldız batırılınca 'ananı da al git', 'hadi evinize deriz' diyenlerle yönetiliyor. ama kimse farketmiyor ki her defasında bir nesil katlediliyor...

4 Mart 2010 Perşembe

everything is something happened*


*in the name of Fatih Terim

1 Mart 2010 Pazartesi

a short story about buying earphones


sony mdr e818:

   frequence response:  12 hz - 22 khz
   sound pressure level: 108 dB (1 khz, 1Vrms)
   3,5 mm L type stereo jack
   cable lenght: 1 m
   empedance: 16 ohm


sony mdr e818 is one of the best model according to price / performans ratio. it's sold about 20 tl ( ~ 13$ ). last week my sony mdr e818 earphones finally had broken down after 2 years. great timing, really... it drives me crazy that breaking down the stuff i use almost every day when i am penniless. i guess that's called murhpy rules. i listen music when i go to school that makes me awake and makes the long long school way shorter. i tried to use that earphones for a few days more but i can't stand after 2 days and decided to buy new earphones. you know music is a serious matter so i started to deep research for a new one.


actually i want to buy that new tech in-ear headphones for a long time. you know they are noise-proof and that feature is highly effective if you use public transportation. also i wonder about sennheiser. some sennheiser models like ie 7 are very expensive and that why i wonder about sennheiser what's the difference? i know technical details and it's kinda part of my job but what's the difference praticly? anyway like i said before i am penniless so sennheiser ie7 is a dream at the moment instead of ie7, sennheiser cx 300 seems more suitable for me.

sennheiser cx 300:
  
   frequence response: 18 hz - 21 khz
   sound pressure level: 112 dB (1khz, 1Vrms)
   3,5 mm L type stereo jack
   cable lenght: 1 m
   asymmetrical cable: left: l70 mm, right: 510 mm
   empedance: 16 ohm


i've researched and found one. after i've learned that asymmetrical cable thing cx 300 was eleminated coz i don't like asymmetrical cable. right earphone always falls down because of the cable weight. and the second reason is it's price. it's 15 tl ( ~10$ ) in a local store but normally its price is about 50 tl ( ~35$ ) i doubt about its authenticity and gave up to buy it.


then i went to another tech store after about an hour i decreased the options to three. sony mdr e818, sennheiser mx 360 and creative ep 430. it's too diffcult to buy earphones because each earphones made for specific genres and if you want to buy new earphones you've never tested before it takes hours to decide. after 30 painful minutes i decided to take risk and bought creative ep 430 for 30 tl ( ~20$ ).  
  
creative ep 430:


   driver units: 10 mm neodiymium drivers
   frequency response: 10 hz - 22 khz
   sound pressure level: 103 dB (1 khz, 1 Vrms)
   empedance: 16 ohm
   cable lenght: 1,2 m stainless copper
   3,5 mm l type gold plated stereo jack


 i've been using it since friday. its noise-proofness really good. you can't hear voices when they are on your ears but not suitable for indoor using coz increasing amplitude of the sound causes brimming over and that may distrub other people around you other thing is it has power bass bla bla thing. if you listen rock, alternative rock, electronic or pop or similar genres of music and if your mp3 player's equalizer is not optimized you highly hear drums from hi-hat to cross but if you listen mostly um-pah (club, trance etc.) this stuff is for you. and there is 'burn in' period. that means earphones performance will be higher after every using. i am pleased to use ep 430 after eq optimization. next days will show that if i made the right choice or not.

28 Şubat 2010 Pazar

uygulamalı fizik

6 Şubat 2010 Cumartesi

çanlar kimin için çalıyor

o kadar zaman nasıl geçecek, bir ay kaldı, 10 gün kaldı, ha geldi ha geliyor derken lost'un final sezonu başladı. 6 sezondur yaldır yaldır veriyor gizemi. 6 sezon diyince üzerinden çok fazla zaman geçmemiş gibi hissediyor insan ama 6 sezonu yıla vurunca ki bu da 2004 yılına tekabül ediyor, işte o zaman bir 'vay be' çekiyorum ister istemez. düşünüyorum da daha üniversiteye bile başlamadığım zamanlar. piuuu... lost'la ilk tanışmam üniversitenin ilk yılı oldu, ama yakın arkadaşın daha önce hiç görmediğim başka bir arkadaşı gibiydi benim için lost. ismi cismi vardı, kendisini ne bilir ne tanırdım. sansasyonel bir giriş yaptı sonuçta herkesin dilindeydi ister istemez. 'olum bi ada varmış orda kızlar teklif ediyomuş' şeklinde geyiklerini bile yaptık. ilk karşılaşmamız ikinci sınıftayken oldu kendisiyle. o zamanki ev arkadaşım, şimdiki can dostum faruk getirdi 'olm lost getirdim' diye. mesafeli yaklaştım ilk önce. 'ne olabilir ki en fazla?' şeklinde küçümseerek yaklaştım. ikinci sezonun ortalarında falandı sanırım o zamanlar ya da sezon sonuna doğru da olabilir. hatırlıyorum elimizde üç dvd lost vardı. jack'in o meşhur göz açma sahnesiyle başlayan ilk münasebetim elimizdeki tüm dvd'leri izleyene kadar durmadı. nerden baksan iki gün falan aralıksız lost izledik faruk'la. iki bölüm izleyip 10 dk ihtiyaç molası verdikten sonra izlemeye devam ettik. bittiğinde birbirimize düşündüklerimiz anlatmaya gerek duymadık zira iki gün başından kalkmadan izlediğin bir şey için ekstra yorum yapmazsın. neyse o gün bugün derken, lost 6 sezondur hayatımda bir parametre. önce onlara bakıyorum 6 sezondur ne yapıyolar sonra kendime bakıyorum 6 sezondur ne yapıyorum diye. onlarla ortak yanım, hepimizin bir şekilde bir döngünün içinde dönüp durmamız. onlar, adadan gidiyolar sonra geri geliyolar vs vs ben ise ders seçiyorum, ders geçiyorum/geçemiyorum sonra tekrar ders seçiyorum... 

bir de lost tam internetin hızlandığı, artık bir lüksten ziyade bir ihtiyaç olduğu döneme geldi böylece herkes birkaç saat önce amerika'da yayınlanmış bölümü internet üzerinden indirme şansı yakaladı. bir fenomen haline gelmesi biraz da bu sebepten. ben, lost'tan önce internetten dizi indirip izlendiğini hatırlamıyorum. sebebi de dizilerin kalitesiz vs. olması değil internetin o dönemlerde yaygın olarak kullanılmaması ve hızla ilgili sorunlar. yoksa coupling, oz gibi daha aklıma gelmeyen bir çok kaliteli yapım vardı.

dikkat! yazının bundan sonraki kısmı 6. sezonun 1. ve 2. bölümleri ile ilgili spoiler kıvamında yazılar, yorumlar içerir. yer yer argo sözcükler de içerir.


juliet nükleer bombayı patlattıktan sonra bir aydınlanma oluyor ve bizim doc'ı bulutların üzerinde uçarken görüyoruz ama böyle dalmış uzaklara uçağın camından dışarı bakıyor falan... kendine gelince de bir şaşkınlık bir hangover durumunda. nerde olduğunu, oraya nasıl geldiğini kestiremiyor gibi sanki. melül melül olan biteni anlama çabasındayken hostes geliyor, düşen uçaktayken yaptıkları diyaloğa benzer, belki de birer bir aynı konuşmayı yapıyorlar ama bir farkla; düşen uçakta yaptıkları konuşmadan sonra hostes jack'e iki şişe içki verirken bu defa sadece bir şişe veriyor. akabinde uçak ilk defasında olduğu gibi türbülansa giriyor ve jack ekstra tedirgin oluyor ve rose'la olan konuşmaları başlıyor yine ilk defadan farklı olarak bu defa, rose jack'i sakinleştirmeye çalışıyor ve jack'in suratında, boşalmış gibi bir ifade oluşuyor arkasından da rose'a kurtulduk galiba falan diyor. normal şartlar altında türbülanstan çıkınca sanmıyorum ki kurtulduk desin. bitti galiba der, çıktık galiba der vs. der. eğer jack her şeyin bu kadar farkındaymış gibi olmasaydı yani işte uçakta olmasına şaşırma ya da türbülansa girince ekstra tepkiler sonra kurtulduk demesi gibi... bu sahnelerin paralel evren kuramına bağlı olabileceğini söyleyebilrdik ama bence burda başka bir iş var. bu arada rose ve bernard'da pastane çiftleri gibiler. lan adam iki dakka sıçmaya gitti gelince bir seni özledim tripleri, bir bu kadar uzun sıçma senden ayrı kalamıyorum tripleri falan cık cık... tamam, tamam orda da seyirciye mesaj olabilir (:


çok fazla içmesine ve türbülansa yüzünden ekstra korkmasına bağlı olarak çişi gelen jack, bernard'ın da tuvaleti boşaltmasının arkasından direk tuvalete giriyor ve aynaya bakınca şaşıtırıyor. niye? çünkü saçlar 3 numara değil efendi gibi taranmış -gerçi ense traşını pek beğenmedim ben- işte sinek kaydı traş, ağızda yüzde yara bere yok... kendini daha yakından incelerken gömleğin yakasına gidiyor eli ve boynundaki yaranın gömelğin yakasına yapıştığını görüyor. bana kalırsa bu bir yanık izi çünkü yanık yaralarında deri eridiği için kıyafetlere yapışması falan daha kolay. neyse biraz temizliyor yarısını falan elini melini yıkamadan çıkıyor tuvaletten. koltuğuna gittiğinde bu sefer jack göz ısırıklığı yaşarken, biz lanlı lunlu hayret cümlelerinin dehlizlerinde buluyoruz kendimizi çünkü yanına desmond bro gelmiş. onun uçakta ne işi var? bu sorunun cevabı hala yok. jack bir yerden hatırlıyo gibi oluyo ama tam da çıkartamıyo. şurda bir gariplik var yanlız; eğer jack desmond'u adada tanıdığı için uçakta desmond'u tanıyo gibi hissetseydi aynı hisleri rose, bernard, kate, dedektif ve gördüğü diğer ada sakinleri için de hissederdi bence desmond'u tanımasının sebebi, kaçıncı sezondaydı hatırlamıyorum ama koşu yaparken girdiği stadyumun tribünlerinde desmond'la karşılaşmasıydı hatta orda muhabbet etmişlerdi bi süre ve hatta 'see you antoher life bro' cümlesini ilk orda duymuştuk yamulmuyorsam. az sonra da kayboldu zaten des. o değil de suyun altını gösterdiği sahnede bir tırstım gecenin bi yarısı, arkasından da adanın suyun altında olduğunu görünce iyice gerildim zbam! diye kameranın önüne bişey çıkacak diye pataküte attı kalbim. en sonunda da jacob'ın gizli mabedini gördük.

kate'i yine imkaansızlara konuşlanmışken gördük, ağacın tepesinde. hayır hatun uyanık bi hatun olmasa düşüp kol, bacak kıracak herkes efendi gibi bi yere ışınlanmışken kate'in ağacın tepesinde olması gerçekten sinirimi bozdu. bu arada farkettik ki kulaklarda bir duyma bozukluğu var ses boğuk, çınlamalı ve derinden geliyor. daha önce ışınlanırlarken baş ağrılarını görmüştük ama duymayla ilgili herhangi biş şey hatırlamıyorum yani bomba patlamış da olabilir veya herhangi bir defa ışınlandıklarında yaşadıkları bir sorunu da yaşıyo olabilirler. duyma bozukluğu olayını direk bombaya bağlamamak lazım bence. miles'lakarşılaştıktan sonra gözü hatch'in arka kapısına takılıyor kate'in ve hassiktir diyerek hatch'e doğru koşuyor ve bıraktıkları zamana geri döndüklerini anlıyor. burdan ne anlıyoruz oryantasyon videolarında dr.cheng'in bahsettiği kaza juliet'in 1977'de şeytan daşlar gibi nükleer bombayı taşlamasından ötürü çıkan beyaz ışık çıkaran olay. -patladı mı bilmiyoruz çünkü- o beyaz ışıktan sonra lostie'ler kendi zamanlarına döndüler ama bizimkilerin geçmişi olan zamanı kendi zamanları olarak yaşayan insanlar yani 1977 yılı kendi zaman çizgileri içinde şimdiki zamanı olan insanlar, neler yaşadılarsa bu hatch'i yapmaya ve o manyetik enerjiyi 108 dk'da bir boşaltmaya karar veriyolar.

daha sonra kate, 'kate bebeğim sende de ne göz varmış' dedirtircesine önce yerde yatan sawyer'ı daha sonra da jack'i görüyor. burda da ilginç olan iki şey var birincisi jack ve sawyer'ın yattığı yerler yanyana ve ikisi de birer mezar gibi çok derin olmasa da çukur yerler. ikincisi de kate, önce sawyer'ı sonra jack'i görüyor, sonra tekrar sawyer'a anlık yarım bir bakış atıyor ve jack'e koşuyor. bir nevi jack'i tercih ediyor.

tekrar uçağa döndüğümüzde kate'i ve yanındaki fbi adamı görüyoruz. yakalanmış ve la'ye geri götürülüp yargılanacak. burda o fbi ajanına chris cocker cover'ı iki çift lafım var: leave kate austen alone!!! bu sahnelerde ne oldu bilmiyorum ben kate' konsantreydim zira. her ne olursa olsun bu hatun sawyer ile jack arasında gidip gelicek demek ki. önce tuvalletten çıkarken jack'in sonra da koltukta sawyer'ın aklını başından aldı.

yine ilginç bir diyalog hugo ve sawyer arasında geçti ve hugo dünyanın en şanslı insanı olduğunu iddaa etti. halbuki biz biliyoruz ki hugo bahtsız, çöldeki kutup ayısı gibi adeta. o götü kıllı bedeviyi sikmek zorunda. hugo zaten ilginç bi adam sayid'in adada telsiz tamiri yaptığı dönemlerde yakaladıkları uzun dalga bir yayın için belki de gelcekten geliyordur demişti durup dururken. zaten jacop'da bu tosuna yanaştı. yeri gelmişken artz seni hiç sevmiyorum. hugoyu sık boğaz ettin patladığın iyi olduydu zaten. yine hugo'nun artz patladıktan sonra yanındakilere, üzerinizde biraz artz var demesi de değişikti. ama adamın şaşırmaması normal. adamın fast food dükkanının üstüne göktaşı düştü onun için pek de şaşırtıcı değil onun açısından.

gelelim yandaki kareye. kate jack'i uyandırdı, durumu anlattı falan sonra jack hafif doğruldu dizlerinin üstünde durdu derken küt diye ağzının ortasına tekmeyi yedi sawyer'dan. meğer sawyer'da uyanmış arkada freckless ve doc'un muhabbeti dinliyormuş. jack'i juliet'in ölümünden sorumlu tuttuğu sırada kate'in bu sefer de kulakları iş başındaydı yığınların altındaki juliet'in sesini duydu işte kurtarmak için kazarlarken sawyer kate'e dönüp, 'if juliet dies i'll kill him' dedi. lan haydaa! yani ben jack seven bir adam değilim aksine sawyercıyım ama sawyer'ın yaptığı da hıyarlık. sonuçta jack müneccim yarrağı yemediki nerden bilsin böyle olacağını. juliet'i kurtaramadılar, öldü ama ölürken de yaptı numarasını 'işe yaradı' dedi gitti.

bu bölümün en büyük süprizlerinden biri de karadumanın john'un görünüşüne büründüğünü gördük. geçen sezonda adaya ikinci defa düşüşte gelen silahlı ekip christian'ın da ikamet ettiğini düşündüğüm kulübenin etrafındaki küllerin bozlumuş olduğunu görünce kulübeyi yaktırmıştı nedenini de anladık zira karaduman o küllerle çevrelenmiş yerlere giremiyormuş.

jilet gibi richard her sezon biraz daha kaybediyor karizmasından. adanın yerlilerinin ikamet ettiği yeri de öğrenmiş olduk japonlu adam girdi diziye o da güzel oldu bence. ama şurda kafama takılan bişey var. lostieler tapınağın deliğinden girince ada yerlileri bunları teker teker avladılar da aynı şeyi john ve ben girdiğinde neden yapmadılar onu bilemedim. bu bölümde tapınakta ilerlerken ortada gördüğümüz koca delik ben ve john -nam-ı diğer blacksmoke- tapınağa geldiğinde oldu.

olum charlie kocaman kokain poşetini nasıl yuttun lan? nasılı geçtim niye yuttun? acaba tüm bunlar charlie ölmüyo diye mi oluyo valla bilemedim. zaten çıkışta jack'e benim ölmem gerekiyodu bok varda kurtardın diye çemkirdi. bakalım neler olucu.

en çok tapınağın içindeki çamurlu suya güldüm ben. adeta tarkan filminden bir sahne gibiydi. sen yıllarca tıp oku, omurilik cerrahı ol sonra şifalı suya inen. hayır korkuyorum  bu adam kendi tedavi edemediği hastaları yakında kartvizitleri su depoları vb. yerler olan bel fıtıkcılarına yönlendirecek.

artık son sezondayız. 5 sezonda öldürdükleri kadar adamı bi bölümde harcadılar nerdeyse. bakalım önümüzdeki 14 bölümde çanlar kimin için çalacak. çok heyecanlı 14 bölüm var yeterki paralel evren geyiğine bağlamasınlar. uçakta michael'la oğlu, 4x hızında ergenleşen walt yoktu shannon'da yoktu. bir hafta çabuk geçsin...



ve şimdi en sevdiğimiz evangeline lilly a.k.a kate austen fotoğrafını paylaşma saati...


blacksmoke'a bile diz çöküp tövbe ettirir.

30 Ocak 2010 Cumartesi

100 metre ileriye taşındık!

Uzun zamandır konuşlandığım  molloc.blogspot.com adresinden, hem yerimin hem de gerimin dar gelmesi sebebiyle arshavinsevenadam.blogspot.com adresine taşındım. ferah ferah, oh miss... içimdeki arshavin sevgisi bambaşka, o da başka bir post'un konusu. 


Taşınmak da hagaten -hakikaten-  çok ama çok zahmetli bir iş. yıllardır öğrenciyim, hepimizin bildiği gibi 5 yılı geçince daha fazla yıl söylenmez yıllardır denir. Neyse yıllardır öğrenciyim, buna rağmen üniversiteye başladığım yıldan itibaren yıllık taşınma ortalamasını hesapladığımda yıllık ortalamam 1'in üzerinde. 


Oturduğum kimi yerde, aslında oturduğum yerine konuşlandığım demek daha doğru olur çünkü konar göçer olarak kaldığım yerlerdi çoğu. Evet konuşlandığım bazı evlerde, sabah evden çıkarken, ev sahibimiz olan hacı kulağımdaki küpeleri görmesin diye nisan ayında evden bereyle çıkarken, yine aynı evde, hacının orta katta oturan yeni evlenmiş oğlunun ve gelininin inlemeli, hoplatmalı fantezilerini dinledim radyo 1 dinler gibi. Kimi yerlerde  neredeyse her üniversite öğrencisi gibi potansiyel sapık muamelesi gördüm. Şimdi hacı o da enteresan bir mevzu. Üniversite öğrencilerine sapkın gözüyle bakan güruh, öğrenci erkekleri potansiyel sapık, kızları ise her önüne gelenle yatan insanlar sanıyolar. Lan insan evladı düşünsene, madem üniversitede her önüne gelenle yatan afet kızlar var, ben senin sakallı, bıyıklı ananı bacını napayım lan? Birlikte olduğum insanda sakal, bıyık arasam gay -burdan eşcinsel insanlara saygıyla yaklaştığımı da özellikle belirtirim- olurum George Michael'e kasarım en olmadı ev arkadaşım lüff'e yazarım. hem sakallı bıyıklı olacak hem de vajinası olacak. bu şekilde bize gelmez yani. Bu coğrafyada sıkça rastladığımız orospu çocuğu ev sahibine de denk geldim tabi hatta ilk buna denk geldim. Bağlasan, hayvanın durmayacağı evleri kişi başı fahiş fiyattan yaslamaya çalışan adamlardan biriydi işte. Neyse ki bunlarla hiç muhattap olmak zorunda kalmadım. Özünde tüm bu göçebelik hayatı ilk sene yerleştiğim yurdun müdürünü silkelememle başladı ama frekansı yüksek silkelemişim tabi adam rezonansa girince birkaç dişi düştü... Ama haklıydım! Sonrasında da kavimler göçüne naçizane katkılarımı esirgemedim. Ha benim de işin bokunu çıkarttığım zamanlar oldu tabi. Bi keresinde gecenin saat ikisinde ayrıca hafta içi bir gündü, 3 ev arkadaşı birbirimizi banyoda ıslata ıslata döverken -aktiviteye gel- banyonun havalandırmasından yayılan ses, 3 kat aşağıdaki bebeği bile uyandırmaya yetecek kadar arttığında tüm daireler toplanıp kapımıza geldi. Sonra bir defasında da yine gecenin bir yarısı, rakı sofrasını kurmuşuz kalabalığız, kafalar bi milyon olmuş falan grizu'nun bütün bunlar düş şarkısı çalmaya başladı tabi o kafayla mastar eki olan -mak -mek'i eğlencelik kipinin eki olarak kullanınca olanlar oldu. şarkının nakaratında 'bütün bunlar düş' dedikçe, biz vücudumuzun tüm kemikli kısımlarını, önce havaya zıplamak suretiyle dairenin zeminine hunharca vurduk aramızda 1 kental ve üzerinde adamlar var, düşün yani. Şarkı bitti, herkes kendini bulduğu bir köşeye savurdu ve içimizden biri 'abi ne kadar güzel komşularımız var gecenin bir yarısı gürültünün amına koduk bir tane bile gelen yok' dedi iştirak ettiği hıyarlığı kabul ederek. Bilmiyorum, karmanın getirdiği bir şey miydi, yoksa komşuların çağırdığı bir şey mi kapı çaldı, açtık, iki polis. Aklıma, bit pazarından çaldığım ufak tefek şeyler geldi neyse ki benim için değil topluca yaptığımız gürültü için gelmişlerdi ve herhangi bir polisten beklemeyeceğim kadar nazikçe uyarıp gittler ki hiç haketmememize rağmen. Ertesi sabah asansörde öğrendim ki kendi rekorumuzu kırmışız, bu defa 5 kat aşağıdaki bebek uyanmış gürültümüze. Evet mahçup oldum gerçekten ama kendi rekorumuzu kırmanın verdiği gururu da içimde doyasıya yaşadım. Güzel şeyler de oldu tabi. Şu anda oturduğum eve taşınırken bir olay yaşadım ki bir komşudan öğrenci komşusuna söylemesi beklenmeyecek bir şey. Eve taşınıyoruz, eşyaları falan çıakrtıyoruz nefes nefeseyiz, taşındığımız dairenin yan dairesinin kapısı açıldı, yaşlı amca ve yaşlı bir teyze. Sandım ki sessiz olsun bik bik gibi şeyler söyleyecekler ama onlar beni, üçlü salto ve ardından gelen ikili burguyla çok fena göt ettiler... aramızda geçen konuşma aynen şöyleydi: 


amca ve teyze: hoş geldiniz evladım. bi ihtiyacınız var mı?
ben: yok, teyzecim teşekkür ederiz bik bik...
teyze: 3 tane erkek mi taşınıyosunuz?
ben (kendinden emin): evet, evet 3 kişiyiz sadece.
teyze: 3 tane erkek napacaksınız evde birer tane de kız arkadaş bulup öyle taşınsaydınız. kikikiki
amca: hohohohoho
ersen ve dadaşlar: hönk! zbam!


Ben bu diyalogdan sonra bi süre kendime gelemedim ama rahat insanlarla komşu olacağım için de mutlu oldum. inanır mısın, bir şevk geldi buzdolabının üzerine televizyonu koydum merdivenden öyle çıkarttım. Hala apartman olarak dini özel günlerde aşuresiydi, lokumuydu, baklavasıydı, şekeriydi unutmazlar sağolsunlar. bugüne kadar da dinden gördüğüm tek fayda da budur.


Velhasıl kelam, bir daha taşınmak istemem, eşya taşımak için çağıran ev taşıyan arkadaşı arkası ezilmiş kösele ayakkabıyla vurarım. Bu arada etrafınızda kiralık ev falan olursa haber verin. taşınmak seve seve değil...

oh laura

Probably it's the best thing grooveshark's brought to me. nowadays i wanna shout out that name, oh laaaurraaaaaa... oh laura's from north very very north, from sweden. i dunno, maybe it's all about the north weather ha (: i love north, i love north people, i love everything about north... ımm wait a sec, almost everything lol





Frida Öhrn on vocals, Jocke Olovsson and Jörgen Kjellgren on guitars, Rikard Lidhamn on bass and Magnus Olsson on drums are the members of Oh Laura also known as Laura

Jörgen Kjellgren, founding member, guitarist and co-songwriter of Oh Laura says : “It's all about Frida's voice, really. It's why we started and it's why we keep going..."






Their first album, a song inside my head, a demon in my bed was released in may, 2007 but i met with them in later 2009. i think it's a big miss for my musical pleasure. coz there are ten songs in album and none of them are worthless. every song in the album are easy listening, soothing and make you feel something. some of their songs make me feel like breathing the spring scent and the other ones make me feel like autumn smile. i think you'll agree with Jörgen Kjellgren words after listening Frida's voice.






28 Ocak 2010 Perşembe

geri dönüş...

neredeyse 3 aydır yazmıyorum şu yoğun dönemimde canım bir şeyler karalamak istedi dedim hadi elim değmişken bi de template'İni de değiştireyim blogun. demez olaydım... içimdeki o geri dönüş hevesi, bayram tatilinden dönen tatilcinin trafik çilesine döndü adeta. lan arkadaş bir tane düzgün template yok, maalesef yok abi... en sonunda önüme çıkan ilk template'i yükledim artık birkaç gün bununla idare edicem. yazılıp, çizilecek çok şey var, yarın sınavım var... neyse şindi yatayım sabah dinç kafayla çalışırım.