28 Şubat 2010 Pazar

uygulamalı fizik

6 Şubat 2010 Cumartesi

çanlar kimin için çalıyor

o kadar zaman nasıl geçecek, bir ay kaldı, 10 gün kaldı, ha geldi ha geliyor derken lost'un final sezonu başladı. 6 sezondur yaldır yaldır veriyor gizemi. 6 sezon diyince üzerinden çok fazla zaman geçmemiş gibi hissediyor insan ama 6 sezonu yıla vurunca ki bu da 2004 yılına tekabül ediyor, işte o zaman bir 'vay be' çekiyorum ister istemez. düşünüyorum da daha üniversiteye bile başlamadığım zamanlar. piuuu... lost'la ilk tanışmam üniversitenin ilk yılı oldu, ama yakın arkadaşın daha önce hiç görmediğim başka bir arkadaşı gibiydi benim için lost. ismi cismi vardı, kendisini ne bilir ne tanırdım. sansasyonel bir giriş yaptı sonuçta herkesin dilindeydi ister istemez. 'olum bi ada varmış orda kızlar teklif ediyomuş' şeklinde geyiklerini bile yaptık. ilk karşılaşmamız ikinci sınıftayken oldu kendisiyle. o zamanki ev arkadaşım, şimdiki can dostum faruk getirdi 'olm lost getirdim' diye. mesafeli yaklaştım ilk önce. 'ne olabilir ki en fazla?' şeklinde küçümseerek yaklaştım. ikinci sezonun ortalarında falandı sanırım o zamanlar ya da sezon sonuna doğru da olabilir. hatırlıyorum elimizde üç dvd lost vardı. jack'in o meşhur göz açma sahnesiyle başlayan ilk münasebetim elimizdeki tüm dvd'leri izleyene kadar durmadı. nerden baksan iki gün falan aralıksız lost izledik faruk'la. iki bölüm izleyip 10 dk ihtiyaç molası verdikten sonra izlemeye devam ettik. bittiğinde birbirimize düşündüklerimiz anlatmaya gerek duymadık zira iki gün başından kalkmadan izlediğin bir şey için ekstra yorum yapmazsın. neyse o gün bugün derken, lost 6 sezondur hayatımda bir parametre. önce onlara bakıyorum 6 sezondur ne yapıyolar sonra kendime bakıyorum 6 sezondur ne yapıyorum diye. onlarla ortak yanım, hepimizin bir şekilde bir döngünün içinde dönüp durmamız. onlar, adadan gidiyolar sonra geri geliyolar vs vs ben ise ders seçiyorum, ders geçiyorum/geçemiyorum sonra tekrar ders seçiyorum... 

bir de lost tam internetin hızlandığı, artık bir lüksten ziyade bir ihtiyaç olduğu döneme geldi böylece herkes birkaç saat önce amerika'da yayınlanmış bölümü internet üzerinden indirme şansı yakaladı. bir fenomen haline gelmesi biraz da bu sebepten. ben, lost'tan önce internetten dizi indirip izlendiğini hatırlamıyorum. sebebi de dizilerin kalitesiz vs. olması değil internetin o dönemlerde yaygın olarak kullanılmaması ve hızla ilgili sorunlar. yoksa coupling, oz gibi daha aklıma gelmeyen bir çok kaliteli yapım vardı.

dikkat! yazının bundan sonraki kısmı 6. sezonun 1. ve 2. bölümleri ile ilgili spoiler kıvamında yazılar, yorumlar içerir. yer yer argo sözcükler de içerir.


juliet nükleer bombayı patlattıktan sonra bir aydınlanma oluyor ve bizim doc'ı bulutların üzerinde uçarken görüyoruz ama böyle dalmış uzaklara uçağın camından dışarı bakıyor falan... kendine gelince de bir şaşkınlık bir hangover durumunda. nerde olduğunu, oraya nasıl geldiğini kestiremiyor gibi sanki. melül melül olan biteni anlama çabasındayken hostes geliyor, düşen uçaktayken yaptıkları diyaloğa benzer, belki de birer bir aynı konuşmayı yapıyorlar ama bir farkla; düşen uçakta yaptıkları konuşmadan sonra hostes jack'e iki şişe içki verirken bu defa sadece bir şişe veriyor. akabinde uçak ilk defasında olduğu gibi türbülansa giriyor ve jack ekstra tedirgin oluyor ve rose'la olan konuşmaları başlıyor yine ilk defadan farklı olarak bu defa, rose jack'i sakinleştirmeye çalışıyor ve jack'in suratında, boşalmış gibi bir ifade oluşuyor arkasından da rose'a kurtulduk galiba falan diyor. normal şartlar altında türbülanstan çıkınca sanmıyorum ki kurtulduk desin. bitti galiba der, çıktık galiba der vs. der. eğer jack her şeyin bu kadar farkındaymış gibi olmasaydı yani işte uçakta olmasına şaşırma ya da türbülansa girince ekstra tepkiler sonra kurtulduk demesi gibi... bu sahnelerin paralel evren kuramına bağlı olabileceğini söyleyebilrdik ama bence burda başka bir iş var. bu arada rose ve bernard'da pastane çiftleri gibiler. lan adam iki dakka sıçmaya gitti gelince bir seni özledim tripleri, bir bu kadar uzun sıçma senden ayrı kalamıyorum tripleri falan cık cık... tamam, tamam orda da seyirciye mesaj olabilir (:


çok fazla içmesine ve türbülansa yüzünden ekstra korkmasına bağlı olarak çişi gelen jack, bernard'ın da tuvaleti boşaltmasının arkasından direk tuvalete giriyor ve aynaya bakınca şaşıtırıyor. niye? çünkü saçlar 3 numara değil efendi gibi taranmış -gerçi ense traşını pek beğenmedim ben- işte sinek kaydı traş, ağızda yüzde yara bere yok... kendini daha yakından incelerken gömleğin yakasına gidiyor eli ve boynundaki yaranın gömelğin yakasına yapıştığını görüyor. bana kalırsa bu bir yanık izi çünkü yanık yaralarında deri eridiği için kıyafetlere yapışması falan daha kolay. neyse biraz temizliyor yarısını falan elini melini yıkamadan çıkıyor tuvaletten. koltuğuna gittiğinde bu sefer jack göz ısırıklığı yaşarken, biz lanlı lunlu hayret cümlelerinin dehlizlerinde buluyoruz kendimizi çünkü yanına desmond bro gelmiş. onun uçakta ne işi var? bu sorunun cevabı hala yok. jack bir yerden hatırlıyo gibi oluyo ama tam da çıkartamıyo. şurda bir gariplik var yanlız; eğer jack desmond'u adada tanıdığı için uçakta desmond'u tanıyo gibi hissetseydi aynı hisleri rose, bernard, kate, dedektif ve gördüğü diğer ada sakinleri için de hissederdi bence desmond'u tanımasının sebebi, kaçıncı sezondaydı hatırlamıyorum ama koşu yaparken girdiği stadyumun tribünlerinde desmond'la karşılaşmasıydı hatta orda muhabbet etmişlerdi bi süre ve hatta 'see you antoher life bro' cümlesini ilk orda duymuştuk yamulmuyorsam. az sonra da kayboldu zaten des. o değil de suyun altını gösterdiği sahnede bir tırstım gecenin bi yarısı, arkasından da adanın suyun altında olduğunu görünce iyice gerildim zbam! diye kameranın önüne bişey çıkacak diye pataküte attı kalbim. en sonunda da jacob'ın gizli mabedini gördük.

kate'i yine imkaansızlara konuşlanmışken gördük, ağacın tepesinde. hayır hatun uyanık bi hatun olmasa düşüp kol, bacak kıracak herkes efendi gibi bi yere ışınlanmışken kate'in ağacın tepesinde olması gerçekten sinirimi bozdu. bu arada farkettik ki kulaklarda bir duyma bozukluğu var ses boğuk, çınlamalı ve derinden geliyor. daha önce ışınlanırlarken baş ağrılarını görmüştük ama duymayla ilgili herhangi biş şey hatırlamıyorum yani bomba patlamış da olabilir veya herhangi bir defa ışınlandıklarında yaşadıkları bir sorunu da yaşıyo olabilirler. duyma bozukluğu olayını direk bombaya bağlamamak lazım bence. miles'lakarşılaştıktan sonra gözü hatch'in arka kapısına takılıyor kate'in ve hassiktir diyerek hatch'e doğru koşuyor ve bıraktıkları zamana geri döndüklerini anlıyor. burdan ne anlıyoruz oryantasyon videolarında dr.cheng'in bahsettiği kaza juliet'in 1977'de şeytan daşlar gibi nükleer bombayı taşlamasından ötürü çıkan beyaz ışık çıkaran olay. -patladı mı bilmiyoruz çünkü- o beyaz ışıktan sonra lostie'ler kendi zamanlarına döndüler ama bizimkilerin geçmişi olan zamanı kendi zamanları olarak yaşayan insanlar yani 1977 yılı kendi zaman çizgileri içinde şimdiki zamanı olan insanlar, neler yaşadılarsa bu hatch'i yapmaya ve o manyetik enerjiyi 108 dk'da bir boşaltmaya karar veriyolar.

daha sonra kate, 'kate bebeğim sende de ne göz varmış' dedirtircesine önce yerde yatan sawyer'ı daha sonra da jack'i görüyor. burda da ilginç olan iki şey var birincisi jack ve sawyer'ın yattığı yerler yanyana ve ikisi de birer mezar gibi çok derin olmasa da çukur yerler. ikincisi de kate, önce sawyer'ı sonra jack'i görüyor, sonra tekrar sawyer'a anlık yarım bir bakış atıyor ve jack'e koşuyor. bir nevi jack'i tercih ediyor.

tekrar uçağa döndüğümüzde kate'i ve yanındaki fbi adamı görüyoruz. yakalanmış ve la'ye geri götürülüp yargılanacak. burda o fbi ajanına chris cocker cover'ı iki çift lafım var: leave kate austen alone!!! bu sahnelerde ne oldu bilmiyorum ben kate' konsantreydim zira. her ne olursa olsun bu hatun sawyer ile jack arasında gidip gelicek demek ki. önce tuvalletten çıkarken jack'in sonra da koltukta sawyer'ın aklını başından aldı.

yine ilginç bir diyalog hugo ve sawyer arasında geçti ve hugo dünyanın en şanslı insanı olduğunu iddaa etti. halbuki biz biliyoruz ki hugo bahtsız, çöldeki kutup ayısı gibi adeta. o götü kıllı bedeviyi sikmek zorunda. hugo zaten ilginç bi adam sayid'in adada telsiz tamiri yaptığı dönemlerde yakaladıkları uzun dalga bir yayın için belki de gelcekten geliyordur demişti durup dururken. zaten jacop'da bu tosuna yanaştı. yeri gelmişken artz seni hiç sevmiyorum. hugoyu sık boğaz ettin patladığın iyi olduydu zaten. yine hugo'nun artz patladıktan sonra yanındakilere, üzerinizde biraz artz var demesi de değişikti. ama adamın şaşırmaması normal. adamın fast food dükkanının üstüne göktaşı düştü onun için pek de şaşırtıcı değil onun açısından.

gelelim yandaki kareye. kate jack'i uyandırdı, durumu anlattı falan sonra jack hafif doğruldu dizlerinin üstünde durdu derken küt diye ağzının ortasına tekmeyi yedi sawyer'dan. meğer sawyer'da uyanmış arkada freckless ve doc'un muhabbeti dinliyormuş. jack'i juliet'in ölümünden sorumlu tuttuğu sırada kate'in bu sefer de kulakları iş başındaydı yığınların altındaki juliet'in sesini duydu işte kurtarmak için kazarlarken sawyer kate'e dönüp, 'if juliet dies i'll kill him' dedi. lan haydaa! yani ben jack seven bir adam değilim aksine sawyercıyım ama sawyer'ın yaptığı da hıyarlık. sonuçta jack müneccim yarrağı yemediki nerden bilsin böyle olacağını. juliet'i kurtaramadılar, öldü ama ölürken de yaptı numarasını 'işe yaradı' dedi gitti.

bu bölümün en büyük süprizlerinden biri de karadumanın john'un görünüşüne büründüğünü gördük. geçen sezonda adaya ikinci defa düşüşte gelen silahlı ekip christian'ın da ikamet ettiğini düşündüğüm kulübenin etrafındaki küllerin bozlumuş olduğunu görünce kulübeyi yaktırmıştı nedenini de anladık zira karaduman o küllerle çevrelenmiş yerlere giremiyormuş.

jilet gibi richard her sezon biraz daha kaybediyor karizmasından. adanın yerlilerinin ikamet ettiği yeri de öğrenmiş olduk japonlu adam girdi diziye o da güzel oldu bence. ama şurda kafama takılan bişey var. lostieler tapınağın deliğinden girince ada yerlileri bunları teker teker avladılar da aynı şeyi john ve ben girdiğinde neden yapmadılar onu bilemedim. bu bölümde tapınakta ilerlerken ortada gördüğümüz koca delik ben ve john -nam-ı diğer blacksmoke- tapınağa geldiğinde oldu.

olum charlie kocaman kokain poşetini nasıl yuttun lan? nasılı geçtim niye yuttun? acaba tüm bunlar charlie ölmüyo diye mi oluyo valla bilemedim. zaten çıkışta jack'e benim ölmem gerekiyodu bok varda kurtardın diye çemkirdi. bakalım neler olucu.

en çok tapınağın içindeki çamurlu suya güldüm ben. adeta tarkan filminden bir sahne gibiydi. sen yıllarca tıp oku, omurilik cerrahı ol sonra şifalı suya inen. hayır korkuyorum  bu adam kendi tedavi edemediği hastaları yakında kartvizitleri su depoları vb. yerler olan bel fıtıkcılarına yönlendirecek.

artık son sezondayız. 5 sezonda öldürdükleri kadar adamı bi bölümde harcadılar nerdeyse. bakalım önümüzdeki 14 bölümde çanlar kimin için çalacak. çok heyecanlı 14 bölüm var yeterki paralel evren geyiğine bağlamasınlar. uçakta michael'la oğlu, 4x hızında ergenleşen walt yoktu shannon'da yoktu. bir hafta çabuk geçsin...



ve şimdi en sevdiğimiz evangeline lilly a.k.a kate austen fotoğrafını paylaşma saati...


blacksmoke'a bile diz çöküp tövbe ettirir.